NE MUTLU HAKKI MÜDAFAA EDENE !

KİSRA’NIN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ (İSLAMA DAVET MEKTUPLARI)















KİSRA’NIN İSLAM’A DAVET EDİLMESİ

İran Kisrâsı’na gönderilen mektubu da Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe götürdü. Ancak Kisrâ, Herakliyüs gibi davranmadı. Mektupta Hazret-i Peygamber’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.
Abdullâh, Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:
“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.
Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama, vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”
Kisrâ da cevâben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi. (Süheylî, VI, 589-590) Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.
Abdullâh, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:
“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Resûlullâh’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)
Hz. Abdullâh Bin Huzâfe’nin Fazileti ve Cesareti
Abdullâh bin Huzâfe’nin kâbına varılmaz fazîletini ve îman cesâretini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası vardır:
Hazret-i Ömer’in hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.
Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı. Krala:
“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler. Kral, onu getirterek:
“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu. Abdullâh:
“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi. Kral onun bu vakur tavrı karşısında:
“–Sen Hıristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi. Abdullâh:
“–Sen bana, Muhammed’in dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamâmını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu aslâ yapmam.” dedi. Kral:
“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi. Hazret-i Abdullâh:
“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.
Abdullâh çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hıristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi. Kral:
“–Ya Hıristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, Müslümanlardan bir esir getirtti. Hıristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir Müslüman kazana atıldı. Abdullâh, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.
Kral, Abdullâh’a tekrar Hıristiyanlığı teklif etti. Kabûl etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılırken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh’ı yanına getirtti ve tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek:
“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.
Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücûdumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”
Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi.
“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi. Abdullâh:
“–Benimle birlikte bütün Müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.
“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman:
“–İşte şimdi olur.” dedi. Hazret-i Abdullâh der ki:
“Kendi kendime; «Hem canımı hem de Müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”
O gün seksen Müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer:
“–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her Müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15)
İşte bu mübârek sahâbî, Allâh Resûlü’nün İslâm’a dâvet mektûbunu İran Kisrâ’sına götürme şerefine nâil olmuş, hükümdârın bir işâretini bekleyen cellâtların önünde büyük bir îman cesâreti sergileyerek Kisrâ ve adamlarına İslâm’ı teblîğ etmişti.
Peygamberimizin Mucizesi
Kisrâ’nın, mektûbu yırttığını ve İslâm dâvetine karşı menfî bir tavır takındığını öğrenen Allâh Resûlü:
“–Allâh’ım! Sen de onun mülkünü öylece parça parça et!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 7; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212)
Nitekim Allâh Resûlü’nün bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen Müslümanların eline geçti.
Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzan’a bir yazı göndererek Hazret-i Peygamber’i kendisine getirtmesini istedi. Bâzan’ın elçileri Allâh Resûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca gülümsedi. Elçileri İslâm’a dâvet etti. Bâzan’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:
“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzan’ın mektubuna cevap yaz!” dediler. Allâh Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle dedi:
“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!” Elçiler şaşırdılar ve:
“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler. Peygamber Efendimiz:
“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!»” buyurdu. Bâzan, bunları haber alınca:
“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman hakkında gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:
“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar…” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.
Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Resûlü’nün bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzan, Resûlullâh hakkında:

“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek Müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da Müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)
MÜDAFA GRUP SUNAR

Sonraki
Önceki Konu
Önceki
Sonraki Konu »

İHSAN ŞENOCAK 'ERBAKAN HOCA' YAZISI